İnsanoğlu Ölümle Yüzleşerek Yaşamı Anlamlandırdı
“Eğer fakirlik, hastalık ve ölüm olmasaydı, insanoğlunun kibirden başı eğilmezdi.”
Hasan-ı Basrî Hz.
Son günlerde, Gassal ile birlikte günlük hayatın bize unutturduğu "ölümü" tekrar hatırlamış olduk. Hayatın cilvesine bakın ki, modern hayatın itibarsızlaştırdığı "ölüm", aslında yaşadığımız kentlerin, sahip olduğumuz kültürlerin, geçmiş medeniyetlerin ve bugünkü modernitenin temel taşıdır. Yani, “ölülerin kenti ve medeniyeti dirilerinkinden öncedir.” Ölüm, hepimize er ya da geç gelecek bir hakikattir. O kadar ki ölüm her gecenin bir gündüzü olmasından daha kesin ve gerçektir.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz şöyle buyurur:
“Senden önce hiçbir beşerî ölümsüz kılmadık. Sen öleceksin de onlar ölümsüz mü olacak? (Enbiya, 21/34).”
Bu nedenle, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav) şu hadis-i şerifini asla unutmayalım:
“İhtiyarlık gelmeden gençliğin, hastalık gelmeden sıhhatin, fakirlik gelmeden zenginliğin, meşguliyet gelmeden boş vaktin, ölüm gelmeden hayatın kıymetini bilin.”
Peki, bir Müslüman olarak, bu denli önemli olan ve en büyük nasihat olan ölümün, aynı zamanda kentlerin, kültürlerin ve medeniyetlerin başlangıcı olduğunu biliyor muyuz?
Kabil, kardeşi Hâbil’i öldürmeden önce o zamana kadar herhangi bir insan ölmemişti. Bu sebeple ölen bir kimsenin cesedine ne yapılacağına dair bir bilgi veya gelenek yoktu. Allah, bu durumu öğretmek için bir kargayı rehber kıldı. Kabil, Hâbil’in cesediyle ne yapacağını bilemediği bir anda, bir karganın başka bir kargayı gömmek için toprağı eşelediğini gördü. (Maide, 5/31).
İbn Âşûr, bu sahnenin insanlığın medeniyet yolunda attığı ilk adım olduğunu ve taklit yoluyla öğrenilen ilk bilgi olarak kabul edildiğini belirtir. Defin, sadece bir insanî vazife değil, aynı zamanda çevrenin ve insan sağlığının korunması açısından bir zorunluluktu. Çünkü gömülmeyen cesetler çürür, kötü koku yayar ve mikropların çoğalmasına neden olurdu. Bir çok makaleye baktığımızda da Paleolitik çağda ilk definin, yalnızca bir ihtiyaç değil, aynı zamanda toplumsal dayanışmanın, sembolik düşüncenin ve kültürel ifade biçimlerinin doğmasına vesile olduğu görülmektedir. Bu dönemde Mezarlar, sadece ölülerin konulduğu yerler değil, aynı zamanda insanların kimliklerini, inançlarını ve değerlerini ifade ettikleri kutsal alanlardı. Bu alanlar, zamanla yerleşim yerlerinin merkezine dönüştü ve şehirlerin temelini oluşturdu. İnsanoğlu, ölümle yüzleşerek yaşamı anlamlandırdı; ölü gömme gelenekleri sanat, inanç ve sosyal düzeni geliştirdi.
Antik Yunan veya Roma şehirlerine giren bir gezgin, kente uzanan yollar boyunca sıralanmış mezarlar ve mezar taşlarıyla karşılaşırdı. Mısır’da ise, canlı ve dinamik bir uygarlığın izlerinden geriye genellikle tapınaklar ve mezarlar kalmıştır. Günümüzün yoğun şehirlerinde dahi, daha uygun bir yerleşim arayışının ilk adımı, ölülerin şehir dışındaki huzurlu mezarlıklara taşınması olmuştur. Bu tarihsel süreçte, mezarlıklar zamanla tapınakların ve kutsal mekanların yanında yer almış, böylece kadim kentlerin merkezlerinde mezarların bulunması doğal bir durum haline gelmiştir. Bu durum, ölümle yaşam arasındaki güçlü bağın bir ifadesidir.
Ölüm, insanı kibirden uzaklaştırır, hayata dair anlam arayışını tetikler ve insanları bir araya getirir. Medeniyetlerin ilk adımları, ölümle yüzleşme ihtiyacından doğmuştur.
Modern çağda sıkça unutulan bu hakikati yeniden hatırlamak ve ölümle ilişkimizin bizi nasıl şekillendirdiğini anlamak, hem bireysel hem de toplumsal anlamda yeniden denge bulmamıza yardımcı olabilir.
Kaynakça:
* MUMFORD, Lewis, Tarih Boyunca Kent: Kökenleri, Geçirdiği Değişimler ve Geleceği, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2013.
*Atakuman, C. (2019). Ölüyü Gömmek ya da Gömmemek: Paleolitik Çağ'da Bedenin Nesnelliği ve Mekansallığı. Arkeoloji'De Ritüel Ve Toplum.
Yorumlar
Yorum Gönder